“Ağbi unuttum, valla unuttum kızın yüzünü yaa!” demişti bir
arkadaşım, İstanbul’daki sevgilisinin yüzünü hatırlamaya çalışırken... O
sıralar okuduğum bir kitaptaki birkaç cümleciği anımsadım o an:
“İstanbul’u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin
bitip tükenmez bozkırında, karlı dağlarında ve kederli şehirlerinde gezer, mektup
taşır, vergi toplarken, İstanbul’da kalan çocuk sevgilimin yüzünü yavaş yavaş
unuttuğumu fark ettim. Telaşa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama, ne
kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği
bir yüzü yavaş yavaş unutacağını da anladım. Doğu’da katiplikler ve
yolculuklarla paşaların hizmetinde geçirdiğim yılların altıncısında, hayalimde
canlandırdığım yüzün İstanbul’daki sevgilimin yüzü olmadığını biliyordum artık. Altıncı yılda yanlış hatırladığım
yüzü, daha sonra, sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaşka bir şey olarak
hatırlayacağımı da biliyordum. On iki yıl sonra, otuz altı yaşımda şehrime geri
döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle
çoktan unutmuş olduğumun acıyla farkındaydım”
Düşündüm de: Acaba Stickler’ı da unutabilir mi bir TAC’li?
Hayaller havuzunda yüzerken, kendi aslını da sulara kaptırabilir mi insan? |